Bugun...
SON DAKİKA

DİREKTÖR ALİ BEY SEYAHAT JURNALİ

 Tarih: 22-04-2024 08:45:00
RUHİ ÇİLEK
Bir kitap hediye edildi, “Seyahat Jurnali” muhtemelen de seyahat etmeyi, görmeyi ve görerek öğrenmeyi çok sevdiğimi yakinen bilen hatta birlikte gezmeyi de ziyadesiyle seven kızım, tam da bu gerekçe ile ve gerekçenin de ruhuna münasip düşer düşüncesiyle olsa gerek nihayetinde okuyunca da ziyadesiyle de münasip olduğuna kanaat ettiğim bir hediye idi. Kitabın tanıtımda adını ilk defa duyduğum yazar “Direktör Ali Bey” için yazılanlar aynen şöyle; “Tanzimat dönemi tiyatro yazarlarındandır. 1844 yılında İstanbul’da doğmuş, iyi bir eğitim almış ve küçük yaşlarda Fransızca öğrenmiştir. Yüksek rütbeli bir memur olarak Osmanlı coğrafyasının önemli bölgelerinde görev yapmıştır. “Direktör” olarak anılması, Duyun-ı Umumiye yöneticiliği sebebiyledir. 1899 yılında vefat etmiştir.” Kitabı okuyunca, gerçek manada iyi bir gözlemci olduğu ve çok iyi not tutabildiğine kanaat getirdim…

 

Biraz ansiklopedi karıştırınca da; yazarın kısa lakin derya deniz bir hayatı olduğunu anlıyoruz. Müfettiş, mutassarrıf, vali, direktör gibi vasıf ve sıfat tevdi ve tayini ile Diyarbekir, Irak, Varna, Elazığ, Trabzon, Hindistan başta olmak üzere bir dolu yerde vazife icra eylemiş… Yaygın bilinen unvanların yanında “Direktör” unvanı ise Duyun-ı Umumiye direktörlüğünden mütevellittir. Şiirlerinin de bulunduğunu öğrendiğimiz yazar tiyatro oyun yazarı olarak daha anılır olup, hem Namık Kemal ile birlikte çalışmışlığı hem de halk kaynaklarından beslenen biri olarak birçok eserin sahneye konulmasına büyük emek harcamış biri olduğunu öğreniyoruz. Bazen batıya, bazen doğuya, bazen organize, bazen gayriihtiyari, bazen zati bazen kolektif amaçlara matuf din misyonerliği, ilim hatmetmek, iş ve zenginlik, huzur arayışı, gezmek, görmek gibi faaliyetler adına düşülen yolların fiziki şartları ile siyasi, sosyal ve ekonomik, kültürel, dini şahitlik ve müşahedelerin kâğıda dökülmüş halidir mezkûr seyahatnameler…

Büyük bir keyifle okuduğum, “Seyahat Jurnali” kitabının tanıtım yazısı da son derece ilgi çekici ve öğretici olmuş, bana göre… “Merak duygusu, insanoğlunun keşiflerinin kaynağıdır. Bilinmeyen yerlere yapılan yolculuklar, insana yeni yeni şeyler öğretir. Her yeni bilgi aktarıldığı toplumda sosyal, siyasal ve iktisadi değişimlere neden olur.

Seyahatnameler, yazılı kültürün en eski ve ilgi çekici türlerindendir. Marco Polo’dan Evliya Çelebi’ye kadar nice seyyah, aktardıkları bilgilerle hem kültürleri kayıt altına almışlar hem de insanın merak duygusunu beslemeyi sürdürmüşlerdir.

Üslûbu korunarak günümüz Türkçesine aktarılan Seyahat Jurnali, yerli edebiyatın ilk adımlarının atıldığı bir döneme ait olması sebebiyle sadece edebi değil, tarihi öneme de sahiptir…” Âdemoğlu her daim farklı ve değişik olanı ve dahi sahip olmadığını, olamadığını araştırma, görme, inceleme, tekrarlama, sahip olma gibi insiyaka haiz olup, bu sebeple devamlı bir hareketliliğe niyetlidir.  

Direktör Ali Bey, yapılacak işleri sebebiyle vapur ile Midilli, İzmir, İskenderun, Mersin, at ile Halep, Kilis, Ayntap (Antep), Nizip, Siverek,  Diyarbekir ve Siirt başta olmak üzere tüm bölgeyi, bir tarafı ile gezi bir tarafı ile işletmesi uhdesinde olan tuzlaların kontrolü kapsamında deyim yerinde ise karış karış arşınlamıştır. Civar görev ve gezileri kapsamında, Bitlis, Tatvan, Van Gölü, Mardin’de ilginç bulunulabilecek gözlem ve tespitleri ile kitapta yerini almıştır. Son derece enteresan gözlemlerin bulunduğu kitabın bu bölümünde bence en enteresan tespit ise, “Burada Amerikalıların büyük ve mükemmel okulları vardır” şeklinde olanıdır. Meğerse neymiş, hani biliyordum Kayseri Talas, Mersin Tarsus’taki “Amerikan okullarını” da, Amerika daha o dönemde canım Yurdumun bağrına öğretim yuvaları numaraları ile çadır kurmuş… Dönem hangi dönem, işte o meşhur dönem, Cihan Mekân Abdülhamit Han dönemi…  

Enteresan gözlem ya da tespitler yapılmış dedim ya; mesela Siirt’te “Ahalinin çoğunun Türkçe bilmediği kentte nüfusun çoğunluğu Kürt ise de, konuşulan dil Arapçadır” ve kent için, “İçi ne kadar kasvetliyse de, dışı da o kadar hoştur… Türbesi çok, halkı türbe ziyaretine çok düşkündür”, Bitlis’te ise “Kürtlerin şeyhlere gösterdikleri hürmet ve itibarın derecesini” ziyadesiyle fazlaca bulur Direktör Ali Bey…

Diyarbekir’den yolculuk Bağdat’adır… Ve en ehven ve güvenli yol “kelek” ile Dicle Nehri üzerinden seyahat kararı alınınca, gerçek manada bir següzeşt gerçekleşir. “Kelek”, bilindiği üzere bir çeşit sal olup, çeşitli miktarda keçi tulumlarının nefes marifetiyle itina ile şişirilerek yan yana sıkı sıkı bağlanmış üzerine de ince ahşap çubuklar dizilerek, tulumlar ile sağlam irtibatlanmış, en üstede insan ya da eşya taşımacılığına münasip yerleştirilmiş kaplamadan mütevellittir. Keleklerin büyüklüğü ise mevsim itibariyle nehrin suyunun derinlik ve akış hızına bağlı olmak kaydıyla tulum sayısı ile ifade edildiğini öğreniyoruz. Seyahat süresine bağlı olarak bu “kelek” salın üzerine ihtiyaca binaen camlı ve çerçeveli üç pencere ve bir kapıdan oluşan içinde helası ve kileri dahi olan hatta ihtiyaca binaen bunun üzerine merdiven marifetiyle çıkıp eğleşmek maksatlı bir odası daha bulunan bir durumdadır, yani dönemine münasip bir konfordadır. Seyahat esnasında iki Kelekçi ile iki uşağın kendisine eşlik ettiğini ve bu yüzden eşyalar ve diğer hizmetlere matuf bir de ilave kelek vardır. Seyahat ziyadesiyle mühim muhteremler için düzenlenmiş olunca da güvenlik de bulunması gerekir bu sebeple kendilerine inzibat görevlileri de eşlik etmektedir.  Kelek imalatı ya da temini için bakın kitapta nasıl bir anlatım var; “Bir de kelek her vakit su üzerinde görülür ve hazır bulunur taşıtlardan değildir. Yolcu ve eşya çıktığında özel sipariş üzerine yapılır. Bunun da iki sebebi vardır. Biri tulumlar su içerisinde uzun zaman duramaz. Çünkü su kesiminden yukarı kalan kısmı havanın ve güneşin etkisine dayanamaz çatlar. Bu nedenle her zaman sulayıp bakmak gerekir. Diğeri de kelek yalnız suyun akıntısıyla akıp gider olduğu için gittiği yerden dönemez. …. bozularak ağaçları satılır ve tulumlar karadan getirilir. İşte bu iki sebepten dolayı yolcu ve eşya çıkıp da özel olarak ısmarlanmadıkça Kelekçiler hazır kelek bulundurmazlar.”

Bu sergüzeşt nihayetinde Bağdat’a varılması ile nihayetlenir… “Ahalinin sınıf ve mezhebine göre” giyindiği, adi çamurdan yapılmış, dayanıksız evlerde oturduğu, evlerin tek su kaynağının bahçelerdeki kuyular olduğu, kaldırımsız, kanalizasyonu olmayan bu şehirde bir süre kalan yazar çevreyi de gezmeyi ihmal etmez. Bağdat’tayken Düyunu Umumiye “memuriyetini sona erdirir”, ancak o Bağdat Valiliği’nde yeni bir göreve başlar. Şehrin nüfusunun yaklaşık 180.000 olduğunu kaydeden Direktör, Arap, Kürt, Türk, Yahudi, Ermeni, Süryani ve Farsi etnisitenin Müslüman, Musevi, Katolik, Ortodoks ve Keldani inanışlarla halim selim ve sulh içindeki bulunuşlarından da bahseder.  Bağdat ahalisinin çoğunluğunun Müslüman olmakla birlikte altı bin hane kadarının Yahudi olduğu tespiti ile çoğunluğun Arapça konuştuğunu belirtmekle beraber Türkçenin de konuşulan diller arasında olduğunu beyan eder. Bununla birlikte Direktör Ali Bey, halkın kıyafetlerinin çeşitli din, mezhep ve sınıfa göre farklılık gösterdiğinden de söz etmiştir. “Zevra ve Darü’l-islam isimleri verilen Bağdat şehrinin büyük kısmı nehrin sol yakasında kale içindedir ve küçük kısmı da nehrin sağ tarafındadır. Ara yerde dubalar üzerine yapılmış bir ahşap köprü iki sahili birbirine bağlar. Şehrin sol yakadaki kısmına Ressafe ve sağ yakadaki kısmına Kerh derler. Kessafe’de iki belediye dairesi vardır. Kerh üçüncü belediye dairesi sayılır. Bağdat’ın kalesi memleketin büyümesine engel oluyor diye bundan yirmi beş otuz sene önce yıkılmış ve bugün kalenin temelleriyle burç şeklinde bir iki kapısı vardır” ilaveten Bağdat’ın isimlendirilmesi ve Kalesinin yıkımına yönelik çok enteresan bir bilgi de aktarmaktadır.

Değişik gözlemlere, değişik kriterler mucibince bakınca, o gün için Bağdat’ta kaldırım olmamasını, kanalizasyon olmamasını bir eksiklik gibi kayıt eden Direktör, bugün hala kaldırımsız ve kanalizasyonsuz süper beldelerimizi görse idi ne derdi acaba? Makul bir süre kalınca Bağdat sıcakları için ise; Müze-i Hümayün Müdürü Hamdi Beyefendiden aktarım ile “Bu memlekette yazları rafadan yumurta yenemez, Çünkü yumurta tavuktan çıkar çıkmaz hazır lop olur” bir tarif yapmaktadır.

Seyahat ve öğrenme çakraları açık olanlar açısından değerli bir kitap olduğunu beyan etmeliyim, okuyacaklar mutlaka beğeneceklerdir…

  Bu yazı 179 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI