Bugun...
SON DAKİKA

El Atına Binip, Çalım Satılmaz

 Tarih: 22-02-2024 14:24:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Salgın, öykünme virüsü ile başlamış olmalı ilk. Öykünme, hızla seyreden ateşli hastalığa dönüşürse arsızlaştıkça arsızlaşacaktır.  Böylesi bir arsızlığın yaptırdıklarına “intihal” deniliyor. Yani “fikir aşırmaca”.  Daha kestirmeden anlatım ile fikir aşırmaca, şiirden, romandan, bilimden, akademik tezlerden, bir köşe yazısının başlığından, bestelere kadar kotarmak elden gelemediğinde başkalarınca hakkıyla kotarılmışlara el uzatmak yani emeksiz yemeğe konmaktır.

 

Bir alanda  “yok” denecek kadar varlık gösterememekten “üstüne yok” denecek kadar olabilmeye ne kadarız, neredeyiz, çapımız nedir sorularının yanıtları hoşumuza gitmese de “benim adım Hıdır, elimden gelen budur” diyenlerden olmak erdemdir, gerçeği kabul etmektir. Kabullenmeyenlerden kimi ne mi yapar? Diyelim ki atı mı yok, el atına binip, çalım satar.  Oysa Hıdırgillerden olmuşlar yani elinden ne gelip ne gelemediğini bilenler tek kendi atlarını bağlıyorlar kapıya, tek kendi yapıtlarının, işlerinin altına atıyor imzalarını. Böylelerinin yediği yemek, tek kendi emekleridir. Emeksiz yemek yeme eğilimindekiler yapıtlar ambarına dadanmışlardan farksızdır haliyle.  

 

İntihal, sahte imzadır. Başka kalemlerden dökülenlerden, başka beyinlerin bulduğu yazı başlıklarından, bilim alanında çürütülmüş başka dirseklerin şekillendirdiği tez çalışmalarından müzik eserlerine kadar ne varsa onların altına kendi imzasını atabilmek belki eskiden de vardı ama bugün “ben yaptım, oldu” yaklaşımının başıboşluğunda dizginlenemez bir salgın artık. 

 

Anlamı herkesçe bilinen aşırma, başkalarının cebindeki cüzdanı, dağarcığındaki birikimi kendi heybesine aktarmadan öte başkalarının emeği üzerine oturmaya kadar varabiliyor. Biri, ortaya koyamayacağı bir fikri, düşünceyi, kurguyu,  çıkış noktasını, belki bir romanın, tiyatro eserinin bütününü etik hiçbir değeri umursamadan kendine mal edip, sanki kendi pişirdiği yemekmiş gibi masaya getirdiğinde ikram ettiği yemek intihal menüsünden aşırmaca yemek oluyor. Oysa kopyalar, asılların yerini asla alamayacaklarından kopyacı  olmak gerçeği er geç yüzleşilecek beklemedeki olgudur. Hak, hak edebilmek, hakkını verebilmek, hakkından başkasına el uzatmamak! Ne güzel şey! Ne düzgün yol!

 

Yeteneklerimizden akıl sağlığımıza ne, nasıl olabileceğimiz bizim seçimimiz değil, kara kutularımız denebilecek genlerimizde kodlu, malum. Daha doğuştan beraberimizde getirdiğimiz niteliklerimizin yüklendiği bagajlarımız, kara kutularımız olan genlerimiz. Yetenekler, yeterlilikler yetiştikçe ortaya çıkarlar; üstlerine gidilirse hele. Kimimiz daha iki yaşında kalemi kâğıdı eline alır, kimi kumda oynarken kumun üzerine çerden çöpten köprüler kurar adam akıllısından. Bizde olmayan yetileri gerektiren yapıtlar çok ama çok istense de verilemez, elden gelmez.  Özgün, kalıcı besteler, fikirler, bilimsel veriler ortaya koyulamaz. Yok, her şeye karşın kendi gerçeğimiz değil de yapıtlarına göz koyulanların gerçeği yaşanmak istenirse hadi? O zaman sahne ihtihale kalabilir.  Başrol eller, kalem, akıl, beyin, dirsek çürütmece, geceyi gündüze katarak yazıp çizmenin, çalışmanın değil, intihal denilen fikir aşırmacalığının olabilir.

 

Belki edebiyat tarihi kadar eskilere uzanıyor edebi aşırmacalar. Öyle ki doğruluk, hak, yanlışlardan uzak kalmak üzerine verilmiş yapıtlar dahi aşırılarak ya da en naif anlatım ile esinlenilerek savunuluyor güya bu kavramlar. Böylesi hallere yenilerdeki örnekleri herkes bildiğinden eskilerden bir örnek verseydik akla ilk Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” adlı tiyatro oyunu gelirdi. Denilir ki “Buzlar Çözülmeden” bir devşirme yapıt imiş. 1809 Ukrayna doğumlu Nikolay Vasilyeviç  Gogol’un “Müfettiş” adlı eseri ile pek bir örtüşürmüş. 

 

Belli ki kalem ellerine iğreti kaçsa da elleri kalem tutanlardan bilinmek isteği, isteklileri var; kendi aklı ile olamayacak buluşlar ile anılmak isteyen egolar olmuş hep. Oysa doğrusu yani etik olanı elimizden çıkmayan, bize eldir yani yabancıdır. Hal böyle iken etiğe yabancılaşılmasın bir! İntihal virüsü akla, ruha, kana girmesin!  “Altında başkasının imzası olmuş ne yazar, ben de tutar nerede ise tek yumurta ikizi kadar benzer bir kitap, öykü, başlık yazarım,  altına da kendi imzanı atarım” yoluna girmek, intihale yani aşırmaya bodoslama dalmaktır.

 

Aşırmacada bulunmak davranış bozukluğu, benim yazdıklarımın da başına geldi. Bazı kereler. Havacılık sektöründe olduğumdan bir havacılık dergisinde yazılarım yer almakta idi. Üzümler ve bağlar üzerine bir yazımın başlığı için günlerce düşünmüştüm. “Kolay kolay herkesçe kurulamayacak, bulunamayacak bir başlıktı” dersem böbürlenme sanılmasın. Bir gün, tesadüfen gördüm ki hem de bilimsel bir çalışma olan bir tezin başlığı, benim yazımın başlığı ile birebir aynı; ikizi sanki, ufacık bir değişiklik ile. Öyle ki karşıma çıkan tez başlığı nerede ise DNA testinde yüzde doksan dokuz nokta dokuz genler uyuşuyor tanısı konmuşçasına bir aynılıkta idi, benim üzümler ve bağlar üzerine köşe yazımın başlığı ile.

 

İlk, tezin yazılış tarihine baktım. Benim yazımdan hayli sonraki bir tarih taşıyordu! Besbelli ki tezi yazanın yolu bir havalimanından geçmiş olmalıydı. Ve havaalanında kolayca erişeceği dergiyi uçuş sırasında bakınmak için almış, yazımı görünce de yerde aradığını gökte bulmuştu! Başlığı, devşirme bir başlık hissi uyandırmaktan daha daha öteye giden bir başlık olan tez, “içeriği Allah bilir nerelerden derlemedir” diye düşündürtür haliyle. Toplama bilgisayarları bilirdik de toplama tez, yapıt hiç yakışık almazdı ama. “Bilimde ne haldeyiz, bilimi ne hale düşürmüşüz? Ya kendimizi düşürdüğümüz hal?” diye sorgularsınız.

 

Bu kadar kolay mı başkalarının fikrini, çalışmalarını kendininmiş gibi göstermek? Belli ki aşırmacı durumuna düşmek bile umursanmıyor. Tek önemsen kendinin değil,  aşırma imiş bakmaksızın bir yapıtın altına imza atabilmek besbelli. Üstesinden gelinemeyeceği biline biline boydan büyük işlere kalkışırken güvenilen kendi emeği değil, nasıl olsa üstesinden gelenlerin ortaya koydukları anlaşılan.

 

“Madem elinden gelmiyor, madem kararınca yeterli değilsin, seni aşan işlere kalkışıp da yazmaya koyulduğun tezin başlığını bile kendin bulamıyorsun, ne işin var bilim kulvarında?” demezler mi? “Bilimsel yazıya neden edebiyattan başlık bulup buluşturuyorsun, bilim insanı mısın yoksa gizli edebiyat hayranı mısın” diye sormazlar mı? Öyleleri yani hak etmeseler de adları bir yapıt, bir paye ile anılsın derdindekiler ne bilimin ne de edebiyatın hayranı olamazlar. Onlar ellerinden gelmeyen güzelliklerin avcıları aslında. Diyelim ki “orijinal bir Osman Hamdi tablosunu bulup, duvarına assa tablodaki imzayı kazır, kendi imzasını atar, sonra da sergi açardı böyleleri” diye düşündürtenler yani emeğe saygıdan kendine saygıya ezip, çiğneyip geçenler için tek değer ortada iken yine de benimsedikleri değerler nedir diye sorulsa açık yüreklilikle cevaplandırabilirler mi? Değeri emek olmayanın tek değeri, emeksiz yemek besbelli ki!

 

Edebiyat, aşırmacada yolgeçen hanına dönmüş dönmesine de aşırmaların en okkalıları bilime kadar uzanmış. Bilimdeki aşırmalar öyle büyük çaplarda olmuş ki! Buluşlar iç edilmiş, akıl almasa da. Çalışması bir düğmeye basmak zorluğundaki bulaşık, çamaşır makinelerini her kullanışta elektriğe övgüler düzülür, ille Edison’a teşekkür edilir. Oysa teşekkürün asıl sahibinin Edison değil, Tesla olduğu söylenegelir. Buluş Tesla’nındır; ama tarihe düşülen kayıt onu bulanın Edison olduğudur. 

 

Kopyalar yani suretler, asıllarının yerini alamaz. Suretler, surettir anca.  Daaa… Şu da bir gerçek ki öykünülen kim ise onun yerinde olmak isteyenler bu hastalığa, virüse yakalananlar çıkmış ol git. Hani konağın hanımı olmaya can atan hizmetlinin, evin hanımı evde yokken onun odasına süzülüp, giysilerini giyip, mücevherlerini takıp takıştırarak aynaya bakıp, kendinin olmayanlar ile kendini hanım olarak görmesi gibi. Oysa aynaya yansıyan üst baştan, küpeden, saçtaki tokalara, eldeki yüzüklere, bilekteki takılara kadar ne varsa evin hanımına aittir; aynadaki hırs bürümüş tamahkâr bakışlı hizmetlinin gözleri dışında. Hepsi de elin atıdır diyeceğim.  El atına binmenin tek gerçeği, el atına binenin tez inecek oluşudur.  

  Bu yazı 660 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI