Bugun...
SON DAKİKA

KAPANLAR

 Tarih: 29-05-2023 10:01:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Ha kafes, ha kapan, ha kıskaç olmuş adı; saka kuşu ökseye yakalanmışsa bir kez! Kafesin üstüne bir de örtü atılmışsa… Vakti gece sansın da ötmesin saka, diye. Şakıyamaz, uçamaz olmuşsa ötücü o kuş! Bazen Dünya bile bildiğin kapandır işte! Tufan olsun da bir, görülsün! Kaçacak yer kalmayınca!

Koşullar gözümüzü açtığımız ilk gerçeğimiz. Çevrelendiğimiz şartlar çoğu kez kapanımız da. Doğduğumuz ortamdan, aileden, ana babanın maddi durumundan kültürüne, yaşanan iklimden ilk öğretmene, sağlıktan yandaki yöredeki uğurlusundan uğursuzuna kişilere, olaylara… Kapan denince ille kafes, cendere gelmiyor akla, diyeceğim. Olumsuza, yanlışa götürecek etrafı kuşatan her koşul, her ortam, her yaklaşım başka adda, görümünde kapanların ta kendisi olabilir. Her insan bir kapanın içinde, az çok. 

Büyük ölçekte Dünya’nın bitek ya da çorak, şanslı ya da şanssız bir noktasında yaşayıp yaşamamak kıskacında; orta ölçekte coğrafyanın, kültürün kapanında; küçük ölçekte ailesel şartlar ile çevrelenmişiz. Dünya’nın ol git kuralı doğrultusunda doğmaktan sona, sağlığın her halinden, varlıktan yokluğa kapanlara gire çıka da geçer yaşamlar. İkliminden insana bakışa kadar değişken anlayışlar içinde yontulup biçimleniriz. Biçimlenişler her zaman hakkıyla insana benzemiyor.

Kapanlarımız olan belki zorundan belki en zorundan şartlardan kaçış olamıyor kimi durumlarda. Ökseye sıkışmış kuş gibi. Resim yeteneğin olsun da, köyünde evlerin duvarlarına, kayalara yaptığın çizimleri, boyamaları kimseler göremesin mesela! İki yaşında başına neler neler gelip belki de son yaşı iki yaş olacak bir bebeğin doğduğu ortam ile daha doğmadan bebek partileri verilerek müjdelenip, her şeyi “babam sağ olsun”  kamyon yazısınca ilerleyecek bebekler, kendi kuşatıldıkları koşullarda büyüyecek, biçimlenecek. Biri ekmeğini taştan çıkarmayı diğeri de emirler yağdıra yağdıra birilerini çalıştırmayı kendine hak görüp, benimseyecek. Kimileyin kapanların kapısı sonuna kadar açıkken kimi kafeslerin değil anahtarı kapısı bile yoktur. Hoş, olsa da anahtarın açacağı bir kilit bulunmaz zaten. 

Belki kafesin kilidini açmak mümkün. Anahtar elimizde belki de. Ama açıp, çıkamıyoruz. Çünkü bazı şeyleri değiştirmek elde değildir. Ne dolunun değdiği ham meyveye ben düşmesini önleyebiliriz ne de akşamları aç uyuyanlardan haberdar olabiliriz. Hepimiz tek tek daracık ya da Dünya kadar geniş kendi kafeslerimizin içindeyken bir, kafesin tellerini bir de o tellerin içinde kalanları biliriz tek.

Bir damla suyun değerinin bilindiği en çorak, kurak bir yerde doğan insanından diğer canlılarına hayatta kalabilmek rastlantısal olsa da etrafındaki dağlarının üzeri karla kaplı yerlerde doğan çocuklar önce kayakçı olabilmek ardından da katılabileceği en hasından yarışlarda boy göstermek derdindedir. Bir çocuk pırıl pırıl zekâ ile de doğsa içinde olduğu şartlar onun pırıltısının üstüne toz yağdırıyorsa o çocuk ayrıksı bir tip olmaktan öte geçemeyecektir. Kimseler onu anlamayacağından zekâsını kendine bir ceza olarak görüp, yalnızlığında savrulup duracaktır. Görmüştüm öyle bir çocuk. Her şeyiyle farklıydı. Dinleyişi, soru soruşu. Esprileri. Kaldı ki yolu bile olmayan, toz toprak içinde bir yerdi doğup büyüdüğü kasaba... Lise ikinci sınıftaydı. Babasızdı. Yoksuldu. 

Bir kez ağzını açsın sıra dışı olduğunu hemen belli ediyordu. Üstün zekâlı olduğu bilinmekteymiş zaten. Annesiyle kardeşine bakabilmek için okul çıkışları bahçe çapalamaktan un çuvalı sırtlamaya, pancar sulamaya ne iş bulursa koşuyordu. Yine de sırf derste dinlediği ile okulun en iyisiydi. Çantası yoktu ama. Çantaya ihtiyacı da yoktu ya gerçi! Kitap alacak parası olmadığından içine koyacak tek bir kitabı yoktu. Dersler aklına kayıtlıydı. Ne yaptı sonra, elinden tutan çıktı mı bilmiyorum. Onun kapanı, kendi koşulları bir yana etrafında onu o ortamdan çekip çıkaracakların olmamasıydı aslında. Doğduğu kapanda doğmuş herkes öncelikle günü geçiştirmek derdindeydi. Başka da bir düşünceleri, hayalleri yoktu. Aslında herkes ondaki farklılığın farkında olmasına karşın o da herkes gibi ekmek kavgası peşinde koşuyordu.  Bu hal, tek onun kaybı değil, hepimizin kaybı idi aslında. 

Doğarken annesi ölenlerin yakalandığı kıskaç başka kıskaçlara benzemez.  Bir yandan anneden yoksunluk bir yandan da annesinin ölümüne neden olmak suçluluğunda kıvranırlar hep. Öyle bir kıskaç ki bu, her ona seslenişte annesinin kendisini doğururken öldüğü yüzüne vurulmaktadır sanki. Anneleri, kendilerini doğururken ölen bebeklere çoklukla Yadigâr adı verilirmiş. Bir Yadigâr tanımıştım.  

O da lise öğrencisiydi. Bir ablası vardı. Hem de nasıl çalışkandı. Yolları tozlu topraklı mahrumiyetler içindeki, öğretmensizlikten boş geçen derslerin olduğu taşra kasabası lisesini başarıyla bitirdi. Sonra tıp fakültesini tutturdu diye duydum. Çoktan doktor olmalı şimdi. Ve eminim artık hiçbir çocuğa Yadigâr adı konulmasın diye çabalıyordur.

Yadigâr mükemmel bir öğrenciydi. Suskundu; ama ara ara aniden ağlama krizleri olurmuş annesinin ölümü nedeniyle suçluluk duygusu taşıdığından. İçe kapanıkmış. Annesini nasıl ve ne zaman kaybettiğini yüzüne hep vuran bir ismi oldukça belli ki adıyla her çağrıldığında içi yanıyordu. Yadigâr’ın adı, Yadigâr’ın kapanıydı. 

Bir yuva kurmak, yuva kuracak yaşa gelmişler için olağan şey. Kimileyin evlenip, o eşikten atlandıktan sonra karşıda bambaşka biri bulunabilir. Yuvaya değil kapana girilmiş gibi hissedilebilir. Öyle bir yeni gelin tanımıştım. Yine yoları tozlu o kasabada.

Gencecikti. Varlıklı bir ailenin kızıydı. Kucağındaki bebek bir sevimliydi ki. Kız güzeldi de her gün gözü mor, dudağı patlak, kaşı kanamakta, alnı şişmiş olduğundan güzelliği anlaşılamıyordu. Gün geçmiyordu ki kayınvalidesi ile kocasının yoktan yere attıkları dayakları sineye çekmek zorunda kalmasın. Annesiyle babası, kızlarının neler çektiğini biliyordu; ama hiç ses etmiyorlardı. Adet öyleymiş orada. Oturduğu sedirde evirip çevirdiği alyansına düşen gözyaşlarını görmüştüm birkaç kez. Vücut diliyle ne anlatmak istediği çok açıktı yeni gelinin. Kapanını evirip çeviriyordu. 

Kapanlar, iç içe.  Dışta kutbundan ekvatoruna, çölü, bataklıklarından birinde yaşadığımız Dünya kapanı. Onun altında insanların kendini unuttuğu, zamanı yutan metropol, yoksul kasaba, dağ başında kardan yolu sekiz ay kapalı köyler gibi ortamlar kapanı. Onun da altında içine doğulan koşullar. Diyelim ki kendisi daha çocukken kucağında bebesi ile üniversite öğrencilerine gıptayla bakan çocuk gelinler. Kim bilir ne sorunların, sırların üstünün örtüldüğü bazı aile ortamları! Belki evde her gün süregiden çocuktan anneye dayak kötek, şiddet! Belki babaları annelerini hayattan koparınca, anne mezara baba hapse giderken yetimhaneye verilmiş boy boy kardeşler! Belki kimselerin başına gelmeyesice alışkanlıkları olan ana babanın çocuğu olarak kriz ile doğma… 

Kapanlar tek eli kolu bağlamıyor. En beteri açısız, ufuksuz, dar bakışlı kalmış ruh kapanına sıkışmak belki de. Öyle ki kıskaçtaki bir ruh kısılıp kaldığı kafesi kendi bedeni sanmaya başlarsa ya bir de! Onun dünyası, kıskıvrak büzülüp kaldığı o kapana dönüşürse artık! O zaman Alexandra Jodorowsky’nin sözü gelmez mi akla? “Kafeste doğan kuşlar, uçmayı hastalık sanırlar.”

  Bu yazı 675 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI