Bugun...
SON DAKİKA

Karınca, Yumruğunu Kışa Sallar

 Tarih: 26-04-2024 12:50:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Karıncanın yerine ağustos böceği geçseydi ne olurdu?  Kış, ağustos böceği şarkıları ile mi sıkıntı çekmeden atlatılırdı yoksa dolu ambar ile mi? Kışın üstesinden gelebilmek için daha yazdan başlayan ölçütler var o halde…  Ölçütleri taşıyanlar var karınca gibi; taşımayanlar var ağustos böceği yapılı.

 

Bir şeyi başarmanın tek yolunun onun üstesinden gelebilecek yeterlilik olduğu göz ardı edildiğinde ortam koşulları kışa döner. Eğer bal arıları devreden çıkarılıp, bal yapmaz arılar devrine geçit verilmişse kovan verimsizleşecektir. Verimsizliğin suçu ne kovanda ne de eşek arılarında aranamaz bu durumda. Doğru sonuç elde edebilmek, doğru adımlara, doğru ölçütlere bağlı olduğuna göre ilk bunları hesaba katmamanın payı irdelenmelidir. Ölçüde tartıda şaşıldığında varılacak sonuç,  diyelim ki yalnızca birkaç gramı birkaç ton suyu boyayan safran yerine kilolarca başka çiçek kullanılsa da safran sarısının elde edilememesincedir.

 

Oysa taşınması gereken nitelikler, yükselen ibreler gibi yukarı tırmanmalı iken bozuk pusula göstergesi gibi tir tir titriyorsa ya? Yol da, yön de şaşar ölçütün ta kendisi olan pusula bozuksa!  Diyeceğim, bozuk pusulalar doğru yönde yol aldırtmaz, varılacak hedefi şaşırtır. Misal, iş konuları…

 

Belki de bilinen en temel ölçütler artık geçersiz kalabilmekte iş edinmede.   İş, bir kalıpsa o kalıbı doldurabilecekler işin hakkını verecek olanlardır elbette. Ne bir fazla ne bir eksik bilgi içermeyen, ister zanaat ister bir ana dal üzerine alınmış eğitim,  yetenek ya da çekirdekten yetişmişlikten ibaret özgeçmişler yani.  Üstesinden gelinemeyeceği yetmezmiş gibi bir de altında bile kalınabilecek bir işe göz dikmek, bir görevi üstlenmekten çok tepeden inme edinilecek olmayacak payelenmelere yol alınacak otobanda hız denemelerine kalkışmaktır.  Tutup da ille “ben istedim; o halde olsun” anlayışı ile birkaç beden bol gelecek giysiler giyilmesinin ardından “ben istedim, oldu”culuk oynanırsa ölçü de lafta kalır, ölçüt de. Oysa öğütlenen, ölçüde tartıda yanlış yapmamak değil miydi? Dengenin bozulmaması idi!

 

Bir işin başına varabilmekteki esas, o işin üstesinden gelebilecek her anlamdaki donanımla kuşanmışlıktır normalde.  Olması gerekenler bir yanda, bunlara yani koyulmuş kurallara taban tabana zıt uygulamalar öte yanda oldukça ne kovandan bal elde edilebilir ne de kazandaki suyun safran rengini alması beklenebilir. Kuralsızlık, başıboşluğa yol alırken hedeflenen sonuçlardan da alabildiğine uzaklaşılır. Hâlbuki pek bilindik deyişle her kural,  nice çarpık bazen de acı yaşanmışlığın ardından o çarpıklıklar bir kez daha yaşanmasın diye koyulmuştur. Trafikten kalıp dışılığa yönelmeye dek kuralları çiğnemek, gömüldükleri yerden yanlışları çıkarmaktır. Fosil yakıtlar gibi.  

 

Hayatının ilk çeyreğini geri kalan yaşamını düzene koymak için okullarda, meslek edinme atölyelerinde, sporda geçiren biri, kapının kendisine değil de bunları hiç yapmasa da  “istiyorum” demesi yetmiş birilerine açıldığını gördüğünde içinde olduğu durumu şöyle anlatacak haliyle; “işe göre adam mı yoksa adama göre iş mi?”  İş ile o işe sahip olan arasındaki örtüşmezlik başka nasıl anlatılabilirdi ki?

 

Tam da o işe göre olmak yani tüm yeterlilikleri, nitelikleri taşımak geçersiz sayıldığında tek ölçüt özgeçmişler değil, söz geçmeler mi oluyor o zaman? “Adama göre iş” anlayışı, “işe göre adam” ilkesini raydan çıkarıp yol alamaz hale getirdiğinde bu sisteme sitem, “işini bilenlerin, işi bitirdiği” yönündedir. İş ile iş arayanlar arasındaki saklambaçta işi sobeleyen, uygun ölçütlere sahip olanlar olamıyor böyle olunca da.  Bu yüzden olacak her konu “iş” ile başlayan bir deyişle anlatılageliyor.

 

Bir Japon için “işini bilmek”, yaptığı işin hakkını vermek demekken bizim de çok yakından bildiğimiz gibi kimi toplumlarda işini bilmek, “zengin arabasını dağdan aşırır, fakirinki düz yolda şaşırır” gerçeğini kanıtlar her defasında. Japonlar, işlerini layıkıyla yapamadıklarını düşündüklerinde kendi kendilerine ceza bile kesebiliyorlar çok acı bir şekilde, malum. Oysa böylesi doğrudan saşmaz bir yaklaşımdan uzak anlayışlarda hak etmeden edinilen ne varsa “aklımı seveyim” öğünmesine neden oluyor hatta. Hangi akıl ama? Öğünülecek kadar pek sevilen akıl, Japonların anlayışınca olan değil,  sırf kendi yararına, çıkarına olanı, işine geleni her şeyin önünde tutan türden akıl elbette. Biraz da “testiler, sular akarken dolar” katkılısından.   

 

Bu lafla anlatılan, koşullar uygunken, gençken, fırsat varken gelecek için yapılacak ne varsa yapılmalı iken şimdilerde bu söz dahi pek yaygın olan tersyüz etme işkencesine uğramış, fırsatçılığı anlatır hale gelmiş durumda. “Ne yap et, fırsat olarak gördüğün ne varsa o çeşmenin başını tut, testi filan da yetmez tanklar ile doldur doldurabildiğini” kişisel çıkarcılığı ne yazık ki genelin çıkarını tuş eden çarpık anlayış olsa da ona çarpılanlar da çıkabiliyor. Hem de hatırlı sayıda.

 

“İşini bilmek”, bir konunun inciğini cıncığını,  nerede başlayıp nerede bittiğini bilip,  bileğinin hakkı, alnının teri ile onu kotaran demekti hep. Oysa işini bilmek, sırf sırt dayamaya dönüştüğünden beri yol yordammış, bağlayıcı kurallara uymakmış lafta kaldı. Keyfiyet, kuralların üstüne çıkarsa ortaya çıkan tablo da fotoğrafın banyolu hali değil, negatifidir.

 

İşimize gelmediğinde “gümüş kapılının tahta kapılıya, altın kapılının da gümüş kapılıya işi düşermiş” diyenlere kulak vermedik pek. Öyle ya, testileri dopdolu, her şeyleri yerli yerinde, artık kimselere eyvallahı olmayanların aklına bile gelmez yokluktaki birinin yardımına muhtaç olunabileceği. Diyelim ki gün gelip, sağlık bozulana, bir operasyon geçirildiğinde bilmem kaç ünite kana ihtiyaç duyulana dek.   İşte o an testiler dolu imiş, boş imiş umurda olmaz bile. Ama “kimseye kalmayan Dünya yalan, hayat boş” dersi bir anda öğrenilir. Verilebilecek pek çok başka örnekler de vardır mutlak.

 

Acil kan arayışınca olmasa da çoğu “işi düşme” olgusu ardından bir de bakarsınız işi görülenlerin, onlara yardım eli uzatanlar ile işi biter. Kendilerini yokluktan, hiçbir şeylik sıfatından çekip çıkaran ellere artık ihtiyacı kalmamış olanlar, merdivenin tepesine ulaşınca basamakları sırtlarına basa basa tırmandıkları kim varsa çoğu kez onlara arkalarına dönüverebilmekteler. Ne sonradan hal hatır sormak için bile kapılarını çalıyorlar ne de kapıları çalınsın istiyorlar. Kendi evveliyatına dair gerçeği de unutuyorlar, el uzatanların gerçeğini de. Zira artık tahta kapılılardan değiller! Kapısına kadar dönüşmüşlerdenler artık çünkü. Ki dönüşümlerden beklenen diyelim ki yozluktan uygarlığa, kuralsızlıktan yerinde kurallara, başıbozukluktan düzene, yanlıştan doğruya geçiştir. Ancak… Doğru kurallar koyulmuş ve onlara dosdoğru uyulmakta ise keyfiyetin o şartlarda barınamayacağını herkes bilir, en başta da keyifzadeler!

 

Her çağın, her ortamın değişmez kanısı “iş bilenin, kılıç kuşanın” olsa da bakınca, iş bilenin olmuş mu acaba her zaman? Yoksa bir işini bilen tarafından göz koyulup, iç mi edilmiş? İş, paye edindirici sihirli değnek olarak mı görülmekte kimilerince? Kendi işine geleni pek bir bilenler, işi bilenleri yani yeterlilik taşıyanları hasıraltına iteleyip,  yetmezmiş gibi hasırın üstünde tepinmiş mi üstelik bir de? Belli ki iş, bilenin olmuyor kimileyin. Belki de çoğu kez.   

 

Şu anki Dünya ve üzerindeki her türlüsünden niyet ile başa çıkmakta kuşanılacak asıl kılıç olarak bilim, akıl, etik bellenecekken onun yerine bir çizgi film kahramanı olan He-Man’in “güç bende artık” dedirten, ele tutuşturmaca gücün yeğlenmesi, günümüz iş ölçütünün yeterlilik değil de böylesi dopingler olduğunu mu anlatıyor sanki?

  Bu yazı 242 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI