Bugun...
SON DAKİKA

“ACİL” Bir Konu

 Tarih: 20-12-2023 08:47:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Meydan okumayı en çok hastanelerde severim. Oralarda her adım sınav nitelikli olabilir zira. ACİL kapılarından girdikten sonra yanında refakatçisi olanlar bile yardıma gereksinim duyabilir. Öyle ki o an sizin için kolay ancak zorda olan için içinden çıkılamaz durumlar karşısında takınılan tavır aslında insanın kendine meydan okumasıdır. Öyle ya,  yaklaşımlarımız kim ve ne olduğumuzu ortaya koyuş biçimimizdir. Bir kafede oturup, kahve eşliğinde konuşurken kendimizi göklere çıkarsak da sonrasında sergilediğimiz tavırlar ile kendimizi yerin dibine batırdığımız olur.

 

Toplumu hakkıyla yansıtan,  her yaştan, kültürden, eğitimden, maddi düzeyden, anlayıştan insanın bir arada bulunduğu ortamlardır benim gözümde. Yani bir trafik, bir de hastaneler. Kendimizi canlı yayında izlemek için ya trafiğe çıkalım ya da hastanelere gidelim. ACİL’e uğramadan da hastanelerden dönmeyelim! Bir hastane kapısından girdikten sonra doktora gözükmemiş dahi olsak yine de bir tanı ile çıkarız dışarı. Ki bu tanı,  toplumun gözlemine dayalı sosyolojik bir tanı olacak haliyle. Sonuç kâğıdındaki değerler, kan değerlerini değil,  insan olmaya ne kadar yakın ya da uzak olduğumuzu gösterecektir.

 

Birkaç gün önce, hiç akılda yokken, üstelik de bambaşka bir niyet ile evden çıkmak üzereyken gelen telefon ile yolumuz bir hastanenin ACİL’ine düştü. Neredeyse yirmi yıldır işimizin düşmediği oraları yeniden görünce… “Keşke yükseliş algımız tek kuleler dikmeye indirgenmiş olmasaydı” demeden edemiyorsunuz! Keşke!  Belli ki çoğumuzun farkında bile olmadığı gerçekler çoktan bir yerlerin sıradan hallerine dönüşmüş. Her ne kadar sağlıklarına tezden müdahale edilmesi gerekenlerin gideceği yer “ACİL”ler ise de ya ACİL’lerin de acilen müdahaleye gereksinimi varsa?

 

Hastanelere hele de “ACİL” bölümüne gidenlerin yanında çoklukla birileri bulunur,  komşu bile olabilir hasta yakını. ACİL’lerdeki hastaların büyük kısmı ileri yaştakiler olduğundan başlarını bekleyen kızları, oğulları da haliyle atmışındaki, yetmişindeki bireyler.  Ve onların da zaten şekerden tansiyona hastalıkları var. O yüzden hastalar kadar hasta yakınlarına da kayar gözlerim. Gözlem altında tutulacak yaşlı bir hastanın başındaki hatırlı yaştaki çocukları ne saatlerce ayakta bekleyecek ne de oraya buraya koşturacak halde değillerdir çünkü.  Gerçi muayene odaları karşısında oturacak plastikten, soğuk, koltuğumsu şeyler olsa da etraftaki hasta sandalyelerine kadar ACİL’lerde her yer doludur ille.

 

Apar topar gittiğimiz ACİL, adına kadar çok özel bir üniversite hastanesinde. Ankara’nın en eski tıp fakültelerinden olmasa da hayli köklülerden. ACİL servisinde, kollarına serum bağlanmış halde yatanların kimisi alzaymırlı olmalarından başka bir gözü sarı nokta yüzünden hiç görmeyen diğeri de pek yakında görmez olacak doksan doksanındaki, doksan beşindeki hastalar. Elektrik ışığı çiğliği altında kapalı, havasız, penceresiz ortamda yatmaktaki hastalardan kanlar alınıyor, damar yolu açılıyor ha bire.  Şehrin göbeğinde, trafiğin içinde kaldığından haliyle park sorunu hastalığından mustarip bu hastane de. Bir hastaneyi kuşatması gereken yeterli yeşil alan da yok tabii etrafında. Ulus, Sıhhiye ve civarı şimdilerde öyle bir halde ki…  Göz, görmek istemiyor.

 

Oysa okul öncesi çocukluğumuzda Ulus, Heykel’deki en gözde pastane olan Akman’da limonatalarımızın yanında bir dilim yaş pastamızı yemek için hafta sonunu iple çekerdik ki babamız bizleri götürebilsin. Akman’dan çıktıktan sonra biraz ilerideki, etrafı kavrulan kahve kokusuna bürüyen, hala Ankara’nın en köklü kuruyemişçilerinden, kahvecilerinden birine uğrardık. Sonra da Gençlik Parkı’nda, Yedigöller’deki göllerin çoğundan hayli büyük havuzun etrafında, ellerimizde Maraş dondurması ile dolanır, bazen de kayığa binerdik. Biz nasıl güzel bir çocukluk yaşamışız meğer!

 

Başında bulunmak için ACİL’e koşturduğumuz hastamız buraya sabahın beşinde gelmiş. En yakınlarından biri de o saatten beri başında. Ayakta. Aç. Bizi görünce seviniyor çünkü hastamız gözlem altına alınmış ve bunun ne kadar süreceği henüz belli değil. Aralıklarla kan alınıp, hemoglobindeki düşüş takip ediliyor.

 

Tıklım tıklım dolu ACİL’de, henüz otuzunda bile olmayan bir belki iki doktor oturmaksızın koşturup duruyor. Bu telaşta bile hasta yakınlarının sorularını yanıtlamak için herhangi bir insanın kaldıramayacağı sabır ve özveri gösteriyorlar.  Onların dışında hastalara yetişenlerin geri kalanı hepten intern. Şu an 2023 yılında olsak da tümünün giydikleri eşofman üstünü andırır giysilerin arkasında “2024 Mezunu”   yazıyor. Yeni yıla mezun olacaklar belli ki. Tıp fakültesinin staj yapmaktaki son sınıflar öğrencileri onlar. Bir ya da iki kez “2023 Mezunu” yazana rastladım. Canla başla çalışıyor her biri. Oysa uzun zamandır acil doktorları da yetiştirmekteydik, değil mi?  ACİL’de şu an bulunan bir ya da iki doktor belki de onlardandır ancak hele de birkaç yıldır nüfusu günde yüz binlerce artan buralarda onca doktorumuzun bir anda yokluğu nasıl da anlaşılır halde daha ilk bakışta!  Şiddete uğrayıp, canlarından edilen, yeterli ücret alamayan doktorlarımızı göz göre göre yitirmenin sonucu elbette bu doktor kıtlığı. Açığı ellerinden geldiğince kapatmak için çırpınıp duran internler hastaların başından ayrılınca kitaplarının başına oturacaklar. Dinlenmeyi unutmuş olmalılar çoktan. Beş kuruş kazanmadan sağ olasıca babasının parası ile en lüks arabalarda caka satan yaşıtları, pantolonlarının arka ceplerinde en pahalı telefonları taşırken ACİL’deki intern ya da doktorun kimisi arka ceplerinde, küçücük termoslarda kahvelerini taşıyor.

 

Henüz tıp fakültesi öğrencisi iken de, mezuniyet sonrasında da içinde oldukları koşullar pek zorlu. Çocukluk hayali doktor olmak tıp fakültesine girdikten sonra hayal kırıklığına mı dönüştü yoksa?  Yüzlerine bakıyorum cevabı okumak için. Hepten görev bilinci içinde didinen gençler görüyorum. İçinde bulunulan yoğun ortamda gülecek halleri yok elbet. Öz be öz bizim gençlerimiz onlar. Bir küçük esnafın, bir gazimizin, bir taksi şoförünün, çiftçinin çocukları her biri. Gün boyu Güneş’i görmeden, elektrik ışığında, kapalı ortamda çalışmaktaki gençlerimizin, yetişkin doktorlar olduklarında da hala bizimle kalmalarını sağlayacak ortamın gerçekleşmesinden başka hiçbir şey dileyemiyorum o an. Aklımda hep Atamız ATATÜRK’ün sözleri; “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!”    

 

İnternlerden hastalara kayıyor gözüm yeniden. Tüm internler ile doktor, vizite gelmiş yılların doktorunun başına üşüşürken hasta yakınları dışarı çıkmaya başlıyor. Böylece tıbbi gereçler, pamuklar ile dolu tekerlekli, raflı metal masayı süren erkek hemşire de artık kolayca yol bulabiliyor. Hasta yakınlarının hemen hepsi kantine yöneliyor.

 

Bekleme salonundaki bir masaya oturuyoruz. Birkaç dakikaya kalmadan orta yaşı geçmek üzere olan iki kadın gelip, masadaki boş iki sandalyeye oturuyor. Daha genç olanın pantolonunun dizlerine kadar ıslak olduğunu son anda fark ediyorum. Sanki balık tutarken yanlışlıkla göle dalıvermiş gibi gözüküyor. Aklıma ilk gelen içerken suyunu döktüğü.  Ama su önce üst başa döküleceğinden nasıl oluyor da hem de aynı hizadan iki dizinin birden altı ıslanıyor? Canı fena sıkkın halde söylendiğini duyuyorum kadının. Kantinden aldığımız atıştırmalıklardan uzatıp “alır mısınız?” deyince sohbet başlıyor.

 

Bir yakınlarının annesi aniden fenalaşıp ACİL’e kaldırılmak zorunda kalınca yakınlarının dört yaşındaki çocuğuna göz kulak olmak için kalkıp, hastaneye gelmiş bu kız kardeşler.   Oyalamaya çalıştıkları çocuk tuvalete gitmek isteyince kardeşlerden daha genç olanı çocuğu kafeteryanın hemen yanındaki tuvalete götürüyor. Tuvalette o an temizlik var. Kadınlar tuvaletini temizleyen gayet kibar adam çocuğu görünce içi elvermeyip lavaboyu kullanabileceklerini söylüyor. Tuvaletin girişini temizlik seti ile kapatıyor çünkü işleri henüz bitmiş değil. Geri kalan işine onlar çıktıktan sonra devam edecek.

 

Kadın, üç tuvaletten temizlenmiş olan ortadakinin kapısını açmaya kalkınca kapı aralanıyor; ama sonuna kadar açılamıyor. Eşikten bir adım mesafedeki klozete dayanıp kalıyor kapı. Daracık tuvalet hayli kilolular için de uygun değilmiş anlattığına göre.  Bir yandan çocuk, bir yandan küçücük alan derken korktuğu oluyor, üstü başı klozete değiyor. Sonunda kadın sifona basmak isteyince sifon çalışmıyor bu kez. Başkentin göbeğindeki, adına kadar ayrıcalıklı, pek yakınlarına ultra lüks kuleler dikileduran bir üniversite hastanesinde hem de!   Bu tezata bakınca anlaşılan uygarlık anlayışımız tuvaletleri içermez olmuş şimdilerde.  Tek, alabildiğine görgüsüzlüğün ilk göstergelerinden olan sınırsız lüks içinde debelenip durma yarışına dönüşmüş uygarlık algımız.

 

Çalışmayan sifon yerine bide düğmesini kullanmak istediğinden klozet kapağını kapatıp, nasıl bulmak istiyorsa öyle bırakmak için bide suyunun koluna dokunduğunda birden sanki El Nino ya da Katrina kasırgası kopuvermiş. Kapağı kapalı klozetten etrafa şakır şakır su fışkırmış.  En ucuzlardan plastik klozet kapağının tam kapanamadığını fark ediyor.  Kapak da kapı gibi kapanamıyor. Klozet kapağının dahi kapanmadığı bir yerde yaralar nasıl kapanacak o zaman? Kadının pantolonunun dizden altı klozetten fışkıran su ile sırılsıklam oluyor böylece.  Çocuk kucağında olduğundan o ıslanmıyor. Çocuğun da kendinin de ellerini yıkamak için lavabodaki sabunluğa uzandığında sabun yok bu kez. Sabunluk boş.

 

Emanet çocuğu bir an önce tuvaletten uzaklaştırmak için balıkçı çizmeleri gibi ıslanmış botları,  yere su damlatan yaş pantolonu ile ACİL kantinindeki tuvaletten acilen çıkıyor. Hala ablasının uzattığı kolonya ile çocuğun ellerini, kendinin ellerini, pantolonunu kolonyaya beleyen kadın “sabunsuz, klozeti su fışkırtan bir tuvalette hijyen olabilir mi” diye sinirden içi içini yerken hayıflanmakta çok haklı idi.

 

Vizitin bittiği duyulunca hastalarının başına dönmeye koyulduk. Henüz ultrasondan çıkmış yaşlı babasını koridordaki tuvalete yetiştirme telaşındaki orta yaş üzerinde bir kadın ilişiyor gözüme bu kez de. Neyse ki koridorda tuvalet var da kadıncağız babasını kantinin daracık tuvaletine götürmek zorunda kalmıyor. Tuvaletin kapısı sonuna kadar açık olduğundan içerisi gözüküyor haliyle. İstemsizce bakıyorum; bu da demin dinlediğimiz kantin tuvaleti kadar dar mı diye. Dar değil, ama geniş de sayılmaz. Fena halde kirli ama. Her yana kâğıtlar saçılmış. Ortalıkta kan lekeleri bile var. Oysa kan, mikrobun en hızlı ürediği ortam değil miydi? Astroloğum dese inandıracak kadar yıldızlı, gezegenli bir şeylere donanmış halde gezinen temizlikçi kadını arıyor gözüm. Temizlikçi kadın, bir koltuğa çökmüş halde yanındakilere “kendisinde şans olsa ACİL’e mi düşerdi, kendisinde şans olsa Ankara’ya mı gelirdi” diye dert yanmakla meşgul.  Telefonundan da epeyce yüksek tınıda arabesk bir çığrı yükselmekte. Bu kadın bile en saygı duyduğum kişilerin ekmek parasını tuvalet temizleyerek kazananlar olmasına engel olamaz.

 

Gel de ah çekme şimdi! Hastalıklı arabesk parça nedeni ile değil elbet ah çekmek. “Vah, vah!” dedirten hallerimiz yüzünden. Tuvaletlerden trafiğe kadar kültürü sahiplenip koruyamazsak eğer… O zaman, tezden halledilmesi gereken konular hakkında olduğundan üzerlerine “İVEDİ”  damgası vurulan yazışmalar kadar aciliyet taşır hale gelir kuşkusuz durumumuz. 

 

Ultrasona girmeden önce en az bir buçuk litre su içmiş babasının tuvaleti kullanabilmesi için tuvalette hiç kalmamış tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu, sabun arayışına çıkmadan evvel kadıncağız babasını bana emanet ediyor. Çöp kutusuna bırakılmış kirli pantolonlar, pijamalar bile olan tuvaletteki klozeti hiç olmazsa biraz sabun döküp temizleyebilsin.

 

Sabun, kâğıt bulmak için kadıncağız oradan oraya koştururken babası daha dayanamıyor. Elinde yalnızca bir parça sargı bezi ile dönen kadın, babasını o halde görünce hemen sırt çantasına davranıyor. Neyse ki yanında babası için getirdiği yedek giysiler var. Çöp kutusuna atılacak yeni bir pantolon daha çıkıyor böylece. Tuvaletler sabunsuz, kâğıt havlusuz, tuvalet kâğıtsız olabilir mi hem de böyle bir yerde?  Yoksa buralara gelirken ilk yardım çantası gibi bir çanta mı hazırlamalı; içinde birkaç rulo tuvalet kâğıdı, sirke, kâğıt havlu, sabun gibi şeyler olan?   

 

Kendisi de orta yaş üstü kadın, yaşlı babasını sedye yatağına götürürken yorgunluktan bitmiş halde. Tıbbi malzeme dolu, tekerlekli metal masaya yanaşıp, hijyenik losyon dolu şişeyi kaptığı gibi adeta ellerine duş yaptırıyor.  Ardından babasının ellerini de bir güzel temizliyor. Kadın, bir kendi eline, bir babasının eline losyondan dökerken bir yandan da gözlerinden yaş döküyor!  

 

Sonunda yaşlı adam sedye yatağının başında. Artık uzanabilecek; ama nasıl? Yeni bir bocalama içinde kadın. Koltuk altlarından kavradığı babasını sedyeye çekmeye çalışıyor; ama olmuyor. Yardım için sağa sola bakınıyor, hemşirelerin hepsi de bir hastanın başında. Kadının çaresizliği karşısında yanına gidiyorum. İkimiz, babasını iki omuz altından tutup yatırmaya çalışsak da kadının gücü kalmamış, kaldıramıyor. Allahtan erkek bir hemşire durumu fark edip, koşup geliyor. Üçümüz elbirliği ile adamcağızı sedyeye yerleştiriyoruz. Ancak tetkikler belirli aralıklar ile devam edeceğinden, kan alımları süreceğinden bu sahnenin defalarca tekrarlanacağını ben de, o kadın da biliyoruz.

 

Koridorlarda bağıra çağıra konuştuklarını anlayamadığımız, pek özgüven içinde gezinenler kıvranmaktaki hastaların başını iyiden iyiye ağrıtsa da kimse onlara bir şey diyemiyor! Öylelerinden birisinin erkek yakını, bir hasta sandalyesinde kendi yatağından daha rahat bir uykuya dalmış halde. Öyle bir uykudaki top atılsa haberi olmayacak sanki! Hayli ufak tefek adam ara sıra kükrercesine horlar gibi oluyor. Pek gürültülü horlama sesi çıkar çıkmaz adam sanki kendinden korkarcasına silkelenir gibi beş altı saniye boyunca sallanıyor. “Titremek” sözcüğü yetmez o silkelenişi anlatmaya. Vücudunda deprem olur gibi. Zangır zangır. Hem de kaç kez tekrarlayan böylesi bir duruma daha önce hiç rastlamamıştım.

 

Ansızın ACİL’e gidilen günde, görülenlerden pek mutlu kalmak vardı!  Daaa… Duyup dinlediklerimiz bizlerin başına gelenlerdi. Ancak hasta sandalyesine kadar şekerleme yapıp, keyif sürmede meydan okuyanlar bizler değildik! 

  Bu yazı 1008 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI