Bugun...
SON DAKİKA

Bayramda Dedeme Küsüm! O da Milletvekili Emeklisi Olsaydı Ya!

 Tarih: 06-04-2024 12:12:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Ben, bayram nedir hiç öğrenememiş bir çocuğum. İlkokul ikinci sınıftayım. Derste bayram nedir anlatılıyor daaa… Yaşatılamıyor. Bayramı sabahı çocukların yeni alınmış giysiler, ayakkabılar giydiklerini,  her türlüsünden kuruyemişler, tatlılar yediklerini,  anne babaların çocuklarına, dedelerinin torunlarına harçlık, hediye verdiklerini anlatırken öğretmenimiz bile buruklaşır nedense. Bildim bileli hiç yeni bir üst baş alamaz olduğundan hoşlanmıyor galiba giysilerden konuşmayı öğretmenimiz.  Ortanca ablamı da aynı takım elbise ile okutup mezun etmişti çünkü. Şimdi de hali kalmamış aynı takımı ile beni mezun edecek gibi gözüküyor. Ayakkabılarının hali kıyafetinden de beter.

 

Babam, eskiden bayramlarda en azından memlekete gittiklerini anlatır. Bir bayramda tatile giderlermiş, bir bayramda da memlekete. Tatili doya doya yaşarlarmış vaktinde. Ben, bayramın ne olduğunu bilmediğim gibi tatilin ne olduğunu da bilmiyorum. Tatil denilince aklıma hafta sonu tatili gelir. Hafta sonunda, akşam çökünce semt pazarına gitmek için evden çıkılır.  Akşama doğru pazar ucuzlarmış da. Eve, yarısı bile tam dolmamış poşetle dönülür çoklukla. Bir iki limon, belki bir tencerelik patates ile. Poşette meyve hatta maydanoz olmaz pek. Eğer babam kenarlara bırakılmış kasalarda yenebilecek meyveye denk gelmezse.

 

Üç kardeşiz. En büyük ablam yirmisine yakın.  Kazandığı üniversiteye gidemedi, masrafları ağır geldi babama. İş de bulamıyor. Ben küçüğüm daha; ama çocuk olduğumun farkında bile değilim. Tıpkı bayramın, tatilin ne olduğunu bilmediğim gibi. Baksanıza, benim yaşımdakilere oruç düşmez, değil mi? Ama ben de, sınıftaki neredeyse tüm arkadaşlarım da bir tür orucuz. Süte, hasından peynire, tereyağlı ballı ekmeğe, zeytinyağına orucuz. Ete, pirzolaya, köfteye hepten orucuz.  Fındık, ceviz, kaju, badem, çikolata, somondan hamsiye balığa orucuz. Kasap, kuruyemişçi, balık tezgâhlarında olanlar hep orada kalıyor; bizim eve girmiyor, tabaklarımıza, ceplerimize gelmiyor.  Buzdolabını açtığımda dolu görmeyi ne çok isterdim!  Ara sıra annem görmeden haylazlık yapıp, atıştırmalık dolabından pestil, çikolata, badem, kuru üzüm, diğer yemişlerden aşırmayı, evin fırından yükselen kurabiye, kek, börek kokmasını nasıl isterdim! Buzdolabında çoklukla pek bir şey olmadığından havalar ısınmadıkça fişi takılı bile olmaz bizim evde. Elektrik çok pahalı çünkü.

 

Annemle babamı fısır fısır konuşurken işitirim hep, onlar benim derse daldığımı sandıklarında. Oysa açlıktan karnım gurlarken derse dalmam ne mümkün! Zaten boyum da uzamıyor beslenememekten! Hoş, hiç bulamadığım şekerlemeler yemekten değil,  süt, yoğurt, peynir yiyememekten çürüyormuş dişlerim. Böyle olunca annem zekâmın gelişmemesinden çok korkuyor.

 

Ortalıkta pıtrak gibi birden bire fazlasıyla türemiş her türlüsünden anlayış var, çocuklara her şeyi yapabilecek. Bu yüzden annem, elime bir telefon tutuşturmak istiyor, sık sık beni yetiklemek için yani neredeyim, nasılım kolaçan etmek için. Haklı da. Ücretini karşılayamadığımız servisle gidip gelemediğimden nerede, nasıl olduğumdan haberdar olmak istiyor. Ama ne mümkün! İkinci el bir telefon bile kaç para! Dahası telefonun faturası, şusu busu var. Babamın sofraya bile para yetiremediğinin farkındayım, kaldı ki bana telefon almayı geçtim kendi telefonunun faturasını ödeyecek,  elektik faturasını karşılayacak hali yok. Şunun da farkındayım bu yaşımda, bir baba olarak çocuğuna, eşine “param yok demek onuruna dokunuyor. O yüzden anneme her defasında “o daha telefon kullanmak için çok küçük” diyor. Annem de “internet olmadıkça telefondan zarar görmez. Oğlumuz küçük; ama sokaklardaki tehlike büyük” deyince babam başını yere eğiyor. Ah, şimdilerde baba olmak çok zor galiba! Şu sıralar çocuk olmak kadar zor!

 

Başı eğik olan tek babam mı? Ya dedem? Yüzü hiç gülmüyor. Bizim yüzümüze de bakmıyor. Aslında bakamıyor. Öyle ya, dedeler torunlarına hediyeler ile gelir. Temizinden, katkısızından çikolatalar, pancar şekerinden yapılmış şekerlemeler, tatlılar, pastalar ile.  Bir kere markette açıkta satıldığında tadına bakıp hep o markete gidelim de kuruyemiş reyonu önünden geçip, bir kez daha tadayım istediğim antepfıstıkları getirir torunlarına dedeler. Oyuncaklar alır. Bunlarla da kalmaz en çok da bayramlarda harçlık verirlerdi, değil mi? Dedem şimdi kirasını ödeyemiyor, tiryakisi olduğu kahve bile içemiyor, günde bir öğün az bir şey yiyebiliyor.  Ki o da ekmek, lor peyniri bulabilirse tabii.  Dedem kendi karnını doyuramaz olmuş kaldı ki bana harçlık versin!

 

Bu sıra canı daha da sıkkın dedemin. Birkaç güne mahkemesi varmış; üç beş katına çıkan kirasını ödeyemez olduğundan. “Sen, kirayı kat be katına çıkarmazsan ben de seni evimden çıkarırım” diye kükremiş ev sahibi. Dedem, on bin liralık emekli maaşının tamamını verse dahi artan kirayı karşılayamıyormuş.  Mahkemeden sonra evden atılacakmış. Şimdi nerden bulacak o parayla bir ev? Bize gelse diyorum da… Bizim ev, elli yedi metrekare. Biz sığamıyoruz. Ne yeni bir yatak var ne de yatak için yer. Yine de babam dedemi sokakta bırakmayacak elbette. Çünkü on bin liraya ne ev bulabilirmiş artık oturacak ne de ev bulsa dahi taşınma masraflarını karşılayabilirmiş. Onca elektrik, su, doğalgaz, internet, telefon açma kapama masrafları da cabası imiş. Dedem de, babamla annem de bir düşünceliler ki bu yüzden!

 

Dedem öyle üzgün ki içine indirecek diye ödü kopuyor babamın. Hatta annem “aman şu sıra bir şey olmasın. Hastalansa doktor, ilaç parası karşılayamayız, bulup buluşturamayız. Allah göstermesin onu kaybetsek mezar almak bile servet” deyince çok kızacak sandığım babamın gözünden yaş aktığını gördüm. Babalar ağlamaz sanırdım. Bu dünyadaki evinin kirasını karşılayamayan dedem, büyüklerin “ebedi istirahatgâh” dedikleri mezar parasını, kefen parasını nasıl denkleştirip bir kenara koymuş olabilsin ki?

 

Oysa babamın işyerindeki söz sahiplerinden birisinin çocuğu, Rümeysa, hiç de benim durumumda değilmiş meğer. Babasının durumu babamınkine, dedesinin hali dedeme hiç benzemezmiş. Onun da dedesi emekli imiş hâlbuki. Tüm emekliler, emeklilik paydasında eşit sanırdım ben. Oysa Rümeysa’nın dedesi iki yıl milletvekilliği yapmış. Böylece milletvekili emeklisi olmuş. Babamın işyerinde Rümeysa’yı uzaktan görmüştüm bir kez. Nasıl benim dedem onun dedesi gibi görünmüyor, yüzü gülmüyorsa ben de kendimin Rümeysa gibi görünmediğimi anladım. Çünkü ben, istese de yüzünü güldürecek, gözleri mutlulukla parlayacak bir şeyi olmayan bir çocuğum. Dedesinin emekliliğine kadar. Ama Rümeysa?

 

Sanırım ne çalışan babam ne de emekli dedem, ne ev geçindirmeye ne kira ödemeye ne tatile ne doymaya ne de bizleri okutmaya yeterli kalamayacak. O zaman suç kimin diye düşünüyorum çocuk aklımla. Benim dedem kırk bir yıl çalışıp, emekli olacağına iki yıl milletvekilliği yapmış olsaydı ben şimdi mutlaka daha güleç, mutlu; masada sütü, balığı, eti sorun olmayan bir çocuk olabilirdim.  Üstelik dedemin anlattığına göre emeklilikten yakınanlar sırf dedem gibi emeklilermiş.  Rümeysa’nın dedesi gibi emeklilerin hallerinden yakındığına hiç tanık olmadık diye iç geçirirmiş dedemin arkadaşları parkta buluşup, ellerinde eskisi gibi gazete olmadan kanepelerde oturup, çaysız, kahvesiz, bir simit alamadan ama şairin dediği gibi bedava olduğundan hava alırlarken. Demek ki suç, kendi torunlarını tıpkı Rümeysa gibi mutlu kılacak olanı değil de öbür tür emekliliği tercih etmiş dedemim. Tek suçlu da dedem!

 

  Bu yazı 473 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI