Bugun...
SON DAKİKA

Duvardaki Çentikler

 Tarih: 29-12-2023 08:50:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Çiklet şekerinin, hasından bala, kremalı bisküvinin de tereyağı üzerine kuşburnu marmeladı sürülmüş ekmek dilimine yeğlendiği çocukluktan bir an önce sıyrılıp, kurtulmak istemiştik. Çünkü çocukluk kozamız iken büyümek kozasından çıkan kelebeğin kanatlarını çırpması idi gözümüzde.  

 

Çocukluk, biz büyürken bizimle nelerin büyüyeceğinden habersiz olmak demekti.  Her çocuk için Dünya’da tek bir ideal vardı; büyümek. Bir an önce büyümek! Oysa çocukluk düşümüz gerçekleşip, yetişkinliğe eriştiğimizde kimimizin düş ibresi tersine döndü,  büyümek düşü yerini çocuk kalmaya bıraktı. Meğer pek çoğumuz için yetişkinlikteki düş, içindeki çocuğu yaşatmakmış. Çocukluğun, dahası gençliğin bile hiç yaşanamaz olduğu şimdilerde dahi üstelik. 

 

Tırmanılan doruğa yetişkinlik bayrağı dikildiğinde tırmanıştan vazgeçmek ne yaman çelişki! Everest’in doruğunda olmayı değil, eteklerinde olmayı özlemek! Daha çocuklukta gözünü erginliğe dikmiş insanın kendisi ile en büyük çelişmesi, büyümüş olmaktan pek de haz duymaması, hoşnut kalmaması gibi gözüküyor. Büyümek belki de sırça köşkümüzü kırmaktı. Yani çocukluğumuzu.

 

İple çekilen durağa sonunda gelmişken birden yeniden ilk durakta olmayı istemek… Birinin kendi ile böylesine zıtlaşmasını çember çeviren çocukların çemberi anlatıyor olmalı en iyi. Öyle ya, çemberi çizdiğimiz kalem, çizimi başladığımız noktada bitirmez mi? İnsanın iç dünyası da çember devinimli demek ki. Tıpkı çocuklukta can atılan erginliğe varıldığında yeniden başa dönüp çocuk olmak istememize bakınca!  Düşün düş kırıklığı, yazıya geometri ile dökülmüş belli ki.

 

Ergin olmak, çocukluktan vazgeçmek anlamına gelmiyor çoğu kişi için.  İçimizdeki çocuğu yaşatmak ile kastedilen çocuk masumiyetini, arılığını, saflığını, duruluğunu kaybetmeyen yetişkinler olup, öyle de kalabilmektir. Daima. Zenginliği bir ev dolusu altın külçeleri, kasalarca para, tapu desteleri değil de bir cep dolusu kavurga, yemiş, leblebi, çekirdek, çerez bilip, avucundakini, avucu boş olanlar ile paylaşabilme yetkinliği, aklığı paklığıdır. Paylaşmak yetisi çocukken var; daaa… Yetişkinlikte de aslan payını alma, pastadan en büyük paya sahip olma girdabına düşmek var!

 

İlle bir büyük elinden tutacak ki ayakta durabilecek bir çocuğun tek hayali elinden tutulan bir çocuk değil de elden tutan büyüklerden biri olmak.  Yaş almanın artık hediye oyuncak paketleri almak yerine giderek artan sorumluluklar alıp, omuzlara yük binmesi olduğunu öğrenmek tatsız bir ders gibi gözükebilir. Geçim derdi yüzünden ona buna el açmak zorunda kalınmışsa hele. Hayatın böylesine zorladığı anlarda tek düş, zamanı tersine çevirebilmektir.  Yani ne olursa olsun gülümseyebilen, eline tutuşturulan bir kuru ekmeği gün boyu yiyen, Hanya’dan da Konya’dan da habersiz o günlere dönüş.

 

Her yeni girilen yaş, doldurulan yaştan bir fazla sayı ile söyleneceğinden yaşı anlatan rakamların büyüdükçe büyümesi değildi elbet çocukken hesap edilen büyümek.  Hadi en sevimsiz büyüyüş bu rakamlardaki artış olmuş ise artık! Söylemek hem de nasıl zor geliyorsa yaşı başı! Aynadaki görüntü can sıkıyorsa! Hissedilen ile içinde bulunulan yaş örtüşmüyorsa bir de… O zaman rakamlar ile oynamak olası olmadığından görüntü ayarları her sene güncellenebilmekte şimdilerde. Bir neşter değişi ile.

 

Büyümek ne mi öyleyse? Ağız dolusu akide, kaynana, sormuk şekerin süt dişleri ile çatır çutur yendiği günlerden market raflarındaki paketlerde, içerikteki tadın pancar şekeri mi yoksa mısır şurubu, früktoz mu olduğunu öğrenmek için atom çekirdeği büyüklüğündeki harflerin elde büyüteç ile okunmaya çalışıldığı günlere koşmakmış… Paketlerin  “içindekiler” bölümünde bizim zeytinyağımız yerine palmyağı, kanola gibi yağlar mı var diye bakınırken bizim yağlara nerede ise hiç rastlamamak büyümekmiş… Bu da şu demek olmalı, saf, arı, duru, katıksız ne varsa şekere kadar çocukluğumuzda kalmış.  Pek geride kalmış yani. Saflığını kaybeden tek insanlar değilmiş besbelli ki.

 

En kötüsü de çocuklukta yalnızca saklambaç oyunlarında saklanırdık ağaçların ardına, çitin, duvarın görünmez beri tarafına. Büyümek, hem de en erdemli kavramlar ardına, hem de en erdemsiz yaklaşımların saklanabildiğini görmekmiş.

 

Çocukluk, hayata hipermetrop bakışmış da bilmezmişiz. Yandaki yöredekiler dışındakilere göz atılmazmış, diyeceğim. Büyüdükçe çevrelendiğimiz kendi koşullarımız, beklentilerimiz hatta çıkarlarımız dışında kalan her şeye miyop kesilebilirmişiz ama. Ki büyümeyi duvara yaslanıp, mezura ile boy ölçüsü almak sanmıştık hep.  Her hafta boyumuzun ölçüsünü kalem ile duvara işaretleyip, bir sonraki çentik ne kadar üste atılacak merakında kıvranmak bellemiştik. Oysa asıl büyümek, kimi algılarda “işini bilme” öğretileri gurusu kesilebilmekmiş.  “İşe nasıl gelirse, öyle” yaklaşımını benimseyip işe geldiğinde uzaklara kartal görüşlü kesilip, işe gelmediğinde de miyopçuluk oynamakmış.  Dahası işe öylesi geliyorsa eğer, geçici kör bile olabilmekmiş.  O da yetmedi yapılmaması gerekenlerin yapılıyor olmasına “açıkgözlülük” demeye kadar benimseyebilmekmiş!

  Bu yazı 1041 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI