Bugun...
SON DAKİKA

Tozlu Yollarda

 Tarih: 06-01-2024 09:52:00
AYŞEİ YASEMİN YÜKSEL

Küçük bir kentin şehirlerarası otobüs garajında, şehre uzakça kaçan bir kasabaya kalkacak otobüsü bekliyor olsam. Karikatürlerdeki gibi gözlerde dolar işareti değil de ata tohumumuz buğdayından arpasına, çavdarına alın terinin ürünü başaklara rastlamak için.  Ata tohumlarımız? Hani yedi göbek bile değil, “ceddimiz” dediğimiz gelmiş geçmiş tüm atalarımız var ya! İşte onların ekip biçtikleri, yiyip doydukları ama bize gelince el olmuş öz tohumlarımız! Bağlar dolusu omçalar üzerinde üzüm salkımları, meyve bahçeleri, cevizlikler, en az birkaç yüz baştan oluşan sürüler, soğuk derelerden yakalanan alabalıkları olan beldeler görmek umudu ile yol alsam eskice otobüste.  

 

Daha çok köyünden çıkıp şehre hatta başka kentlere gitmek için bir heves muavin olmuş on beşinde var yok gencin çuvalları, denkleri, hali kalmamış pek eski bavulları bagaja yükleyişini ezbere bilircesine izlesem. Yolcuları yetikleyen gözlerle ağırdan alarak gelen otobüs sürücüsünün, gerçek bir kaptan edası ile aynasına asılı boncuk işi süslerin sallanıp durduğu şoför mahalline kuruluşunu hiç yadırgamasam. Sanki daha önce aylar boyunca böylesi sahneleri sıkça görmüşüm gibi gelse bana.

 

Ön sıranın arkasındaki cam kenarı koltuğuma otursam. Daha bilet kontrolüne bile çıkmadan, bagajları yüklerken bir yandan da ortalığa göz atan muavin, yabancı olduğumu çoktan anlamış olduğundan etrafımda fır dönse. Öyle ya, o unutulmuş kasabaya ya yeni tayin olan hakim, hemşire, doktor, öğretmen, bankacı ya da onların yakınları gelir. “Kimlerdensiniz?” diye bir türlü soramadığından kaptana da kim olduğumu söyleyemeyen çocuğun pek insani bu hali beni güldürse. Güldürse çünkü artık yavaştan robotlar hayatta yer alırken insanlar çoktan etten kemikten robotlara dönüştü bile. Etik ötelendikçe iyicil yanları dumura uğrayıp, duygusuzlaşan insanlardan gına gelmişken pek insani bu çocuğu görmek! Şimdilerde yüreklerine kadar robotlaşmış insanların, doğdukları yüzleri ile yaşamayıp, halden hale bürünüşlerine adım başı rastlanılan metropolden gelip de yitti sandığımız içtenliği bir kasabada bulunca mal bulmuşa dönsem. Mutlulukla gülümsesem. Ki öylesi gülümsemeleri en iyi anlatacak sözcükler, otobüs şirketlerinin adlarından devşirilmeli; “Öz Hakiki Mutluluk”.

 

Bayan yanı olduğundan bitişik koltuk satılmayıp boş kalsa. Arka sıralardan,  kasketi eskice, olduğundan hayli yaşlı gösteren biri ezile büzüle gelse, yanımdaki boş koltuğun başında durup söze nasıl başlayacağını bilemediğinden duraksasa biraz. Selam mı vermeli yoksa lafa pat diye giriş mi yapmalı kestiremediğinden bir anda “hemşerim, memleket nere?” diye lafa başlasa. Anlasam ki hala var böylesi insanlar. Aradığını bulmuşların sevinci içinde gizlice gülümsesem. “Memleket mi? Zor soru” desem. “Altı yüz yılı buldu bulacak büyükbabalarımın yaşadığı bir köküm var bu topraklarda. Kökten çok daha öncesi de, ötesi de var hatta eskiden beri hep var olduğumuz, haritalarımızda da olmuş en yakın topraklarda. Şimdilerde doğup büyüdüğümüz yer var ayrıca. Ki doyulan yer de olmuş ora. Ortaokul yıllarının geçtiği, şirin mi şirin, o zamanlar kuzeyin incisi bilinen, şimdilerde fındıklıklarının, Çamlık’ının, Hıdırlık’a kadar tepelerinin canına okunmaktaki bir Karadeniz kasabası da var. Henüz kırk yıla varmamış olsa da yazların, yılın bazı günlerinin, aylarının orada geçtiği, bahçesinde elimle diktiğim hünnap, nar ağaçları, Trabzon hurması, delicesinden, trilyesinden hurma cinsine zeytin, nurlu badem, incir olan yedi yüz kilometre uzakta bir yer daha var. Hepsi de memleket bana” desem. Şaşsa. Çünkü memleket demek ille bir kentin bir kasabasının bir köyü demektir.   

 

Oysa köy mü kaldı ki son yirmi yıldır, “köyümüz şurası” diyebilsek?  Bulduğumuz en son köy -ki oradaki kooperatif evimizin bahçesini ellerimle belleyip, ağaç fidanlarına yuva açtığım yerdir-  mahalle yapılalı on beş yılı geçti. Köy de köylükten çıktı kaçınılmaz olarak. Ne makiliği kalıyor şimdi o güzelim köyün ne sakız çalıları, ne deresinin kenarında sürü halinde gezen kazları,  ne de sahili. Deresi akmıyor bile artık. Kurudu, Yatağı beton kesti. Belli ki dereler, köylerde akarmış, mahallelerde kururmuş!  Eskiden köyümüzken şimdilerde Çeşme’nin yeni mahallesinin her bir yanı vahşi av sahnelerini anlatan tablolara dönüştü desem mi ki? Sanki pusuya düşürülmüş ceylanları andırır haline bakınca? Öyle ki artık ora ortamında hangi avcı doğalı canlılardır bilemeyeceğim, dişlerini ceylanın boğazına, sırtına geçirmiş de döşünü, böğrünü parçalayışları resmedilmiş bir tablo gibi köyümüzün mahalle olmuş hali desem anlar mı?  Ya da şöyle mi denmeli;  “bulunmaz bir doğa sanatı olan masalsı köyümüzü anlatan tablonun üzerine şimdi sanat ile hiç ilgisi olmayan boyası betondan, fırçası iş makinesinden bambaşka yeni bir resim yapılmakta?” Eski kasketi iyiden iyiye gözlerini kapatan adam yalnızca memleketimi öğrenmek istemişti; ama parmak hesabı ile kaç memleketim olduğunu hesapladığına bakılırsa kafası pek karıştı diye gülsem bu kez de.

 

Nereli olduğumu öğrenmeyi bir yana koyup, “ablam, bizim oğlan annesinin gucaaanda huysuzlandı. Hazır sizin yan goltuk da boşumuş, bizim hanım yanınıza gelse de ben de oğlan ile rahat rahat otursam dediydim” dese. “Burası boş. Siz rahat edin. Yolculuğunuz kolay geçsin,” desem. Pek sevinse. Bu sevinç tek rahat yolculuk edecek olmasından değil, hep ona belletildiği gibi “şeeherli”lerin yani şehirlilerin kendisini küçümsemediğini görmekten olsa. Belli ki gerçek kent kültürünün ilk ilkelerden birinin “köylü / çiftçi, milletin efendisidir”  gerçekliğini şimdiye kadar bilmiyordu; ama artık biliyor” düşüncesine kapılsam.

 

Açıkgöz, kasabasına tıkılıp kaldığını düşündüğü her halinden belli, en çok da izlediği televizyon programlarından kaptığı cüce cümleler olan “aynen,  sıkıntı yok” gibi sözler edip, televizyonda hele de yemek yarışmaları programlarında rastladığı baskın karakterlerden olma hırsı yüzünden saldırganlığa bile dönüşebilecek tavırlar takınacak hanımı sonunda yanıma otursa.  İlkten  “biz taşralıların da sizden hiç kalırımız olmadığını bak bu yol boyunca ben sana nasıl da göstereceğim” havalarında olacağını bilsem nedense.  Yine bilsem ki onun gözünde kentli olmak, trafik kurallarına, ortak yaşam alanları apartmanlardaki kurallara uymak, sıra beklerken sabretmeyi, öne ilişmemeyi bilmek gibi hayat akışını kolaylaştıracak şeylerden ziyade laf yetiştirmek olduğunu hemencecik anlasam. Zoraki de olsa kentli olmanın, taşraya, taşralılara pek havadan bakmak anlamına gelmediğini de ben ona bir güzel anlatsam şöyle bir!  Küçümsenecek bir şey varsa onun da okumuşluk okumamışlık ile hiç ilgilisi olmayan; ama sırf bakıştan, yaklaşımdan kaynaklı koyu cehalet kadar böylesi bir cehalette olunduğunun farkına varamama olduğunu yol boyu konuşmalarımızın ardından anlasa sonunda.

 

Tezinden o sorsa bir de, nereli olduğumu. Memleket olarak hissettiğim tek yer yok ki, tek oranın adını söyleyeyim. Ama tümünün toplamı Ankara tabii. Ben, doğduğumdan bu yana Ankaralıyım, Ankara’dayım. Sırf o yüzden Ankaralı olduğumu söylesem; kocası gibi kafası karışmasın diye.  

 

Ankara’yı daha önce görmüş çıksa. Babası hastalandığında onu Ankara’daki bir hastaneye getirmiş olsalar. Aman, ne kupkuru; ne sıkıcı; sabahın yedisinde bile kapkaranlık havada yollara dökülmüş yüzü gülmez ne çok koşturan insan ile dopdolu; sevimsiz mi sevimsiz, denizsiz bir beton yığını olduğunu söylese Ankara’nın.  Evli ablasının doğumunda gidip gördüğü İstanbul’a, Ankara’nın hiç benzemiyor olmasını kakalayıp dursa başıma. Yine sanki çok önceden duyup bildiğim sözleri işitiyor hissetsem. Dejavu mu deseydim yoksa?

 

İstanbul’un en çok hangi yakasını sevdiğini sorsam. Duraklasa. Aslında ablasının oturduğu, pek kenardaki bir mahalleden başka İstanbul’u bilmediğini söylese. Memleketinde bindiği otobüsün İstanbul’a girişinden başlayarak geçtiği yerleri,  Boğaz Köprüsü’nü ne kadar gördü ise İstanbul’u o kadar bildiğini anlatsa. Suçüstü yakalanmışçasına kızarıp bozararak. Ablasının da, diğer akrabalarının da denize pek uzak yerlerde oturmakta olduklarından bunca zamandır gidip de bir kez olsun sahilde dolanamadıklarından yakınsa. Bu yüzden otobüste yol alırken gördüğünden başka deniz manzarası görmemişmiş İstanbul’a gittiğinde. Ablasının kocası, tanıdıkları işlerine üç araç değiştirerek gidiyorlarmış. Bazen bu üç araçtan biri vapur bile oluyormuş hatta. 

 

Her sene köye gelirlermiş ama. Köyde hazırladıkları kışlıkları İstanbul’a götürüp maddi olarak biraz rahatlık duymak istiyorlarmış zira.  Ancak şu sıralar artık köyde kimselerinin kalmadığını, borç batağındaki köylülerin önce traktörlerini, sonra bağlarını ardından tarlalarını en son da evlerini sattıklarını iç geçirerek anlatsa. Köydeki bağlarını, tarlalarını satamayanların da evlerini öylece bırakıp İstanbul’a ya da İzmir’e göçtüklerini aynı öyküyü tekrar dinlercesine dinlesem. “Hala bir dönüm de olsa bağın,  bir evlek de olsa tarlan olduğundan farkında değilsin ama bir kez köyünden demir aldın mı köksüzlüğe yelken açarsın. Köy, köktür derim hep. Kök olmazsa nereye tutunacaksın? Köy, topraktır değil mi, tarlasından bağına? Kök, anca toprakta salınır. Ve yüzyıllar içinde tutunur, iyiden iyiye köklenilir” demek gelse içimden. Desem de boş ama… Çevrelendikleri koşullardan nasıl yıldıklarını görmezden gelemesem. “Sen okudun mu abla; çalışıyon mu” diye sorsa.  “Evet” desem. “Ne iş yapan abla?” dese gözlerini açıp. Cevabı duyunca ilkten hostes sansa beni. “O işlerde en çok hostesler bilinse de öyle değildir” diye söylesem, inandırabilmek için birkaç kez hem de. 

 

Sıkça çocuğuna bakınsa arkasını dönüp dönüp. Tek oğlanla kaldıklarına üzülür gözükse. “Kolay mı bebe büyütmek bu zamanda? Beslemek, okutmak üstesinden gelinecek gibi değil abla” deyip, içinde bulundukları geçim sıkıntısından dert yanarken sonunda baklayı ağzından çıkarsa “abla, sizin oralarda uygun bir iş var mı bana ve eşime? Bir hayır yapsan” dese. “Ah, o işler! O işler de bizim sektörü tek hosteslerden ibaret sandığın gibi değil” diyecek olup,  dilimi tutsam.  “Ne iş olsa yaparık. Ne iş! Hela da temizlerik” dese. “Senin dünyadan haberin yok ki” diyesim gelse. Demesem yine de.

 

Oğlundan bahsederken sesi çatallaşsa. Öğretmeni “ille doktora gösterin, bu çocuk anlattıklarımı anlamıyor” diye kaç kez yanına çağırınca kalkıp borç harç oğullarını büyük bir şehirdeki hastaneye götürdüklerini anlatsa. Beslenme yetersizliğinden çocukta zekâ gelişiminin beklendiği gibi olmadığını öğrendiklerini söylediğinde ben ondan daha çok üzülsem. “Abla, oğlanı polis yapmak istiyoduk. Kendi de pek istiyo polis olmayı. Gasabamızın eski pankacısının oğlu boy attığından artık ona olmayan polis üniformasını bizimkine verdiler. Pek seviyor bayramlarda onu giymeyi” dediğinde içim cız etse. “Eviniz nasıl, neye benziyor? Güneş görüyor mu odalar? Küf, rutubet var mı?” diyemesem.  

 

Çantamı karıştırsam yanımda atıştırmalık ne var diye.  Kolay kolay öyle her rastladığım yerden, dışarıdan yemek yiyebilenlerden olmadığımdan yanımda Ankara’nın Beypazarı kurusu bulunur Allahtan.  Bir kuru uzatsam kadına, oğluna tattır diye. Bir sevinse, bir sevinse! Sanki bir çanta dolusu para uzatmışçasına.

 

Bir kadın ve kocası. İki portre yetse o kasabayı, sosyal yaşamını, içinde bulundukları koşulları anlamama. Daha otobüsten inmeden, kasabayı hiç görmeden. Yolun tozu dahi örtemese bu gerçekleri.

 

Beni o yola düşüren şiirin içine giremeden döneceğimi anlasam. Oysa kentlere hele de megapol büyüklüğündeki kentlere değil de bilinmedik köylere, kasabalara gitmeye niyetlenildiğinde en çok o şiirin kahramanı olmak istenir aslında.  Şiirde konukluk öyle bir anlatılır ki çünkü!  Geleneksel misafirperverlikteki ev sahipleri, konuklarca hiç tanınmadığı halde bir güvenilirlerdir ki!  Öylesi konukseverlik insana adını bile unutturmuş dizelerin dediğine bakılırsa.

 

Hani Melih Cevdet Anday’ın “Bir misafirliğe gitsem; kekikli, zeytinli bir kahvaltı hazırlasalar” diyen, kendisi için serilen tertemiz çarşaflarda uyumayı düşlediği şiirinden çok uzakta, üstelik akılda adına kadar kim olduğunu unutmak olmasa da zaten, yeni isimler ve o isimlerin yaşadığı zorlu gerçekleri öğrenmiş olmaktan hiç mutlu olmadan dönsem tozlu yollardan egzoz kokan ana arterlere.

  Bu yazı 920 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI