Bugun...
SON DAKİKA

EMANETE SAHİP ÇIKTI

 Tarih: 27-04-2024 08:37:00
YAŞAR EYİCE

*- VAHŞİ SİSTEM

 

Aynur Can, 50 yıllık can dostlarımdan biri…

Okumayı seviyor, ama benim yazılarımı ‘uzun!’ diyerek göz bile atmıyor.

Eşi Sezgin Bey ile sofra kurmayı, sonra da beni karşısına alıp kahve içmeyi seviyor.

Kardeş gibiyiz…

Kafa yapılarımız da aynı…

Şöyle demişti, uzun bir aradan sonra görüştüğümüzde, ‘Artık dağları da, bulutları da göremiyorum!’

Çünkü ‘gökdelenler’ gerçekten Aynur gibi, tüm apartman sakinlerine ‘kibrit kutusuna’ adeta tıkmıştı…

Neredeyse nefes bile alamayacaklar…

‘Şeytani bir aklın gölgesinde yaşamak mı?, Bizi biz yapan değerleri geri almak mı?’ başlıklı bir video izlerken, Aynur’u, Banu’yu, Meriç’i, Ayfer’i, Şenay’ı yani tüm ahbapları düşündüm…

Bir parti için hazırlanan, görüntülerle süslenen video da şöyle deniliyor:

‘Bizi bildiğimiz kadar değil, tükettiğimiz kadar ciddiye alan, ‘vahşi’ bir sistemin pençesindeyiz!

Eşine benzerine bilim kurgu filmlerinde bile rastlanmayan, bir distopyanın figüranları haline getirilmek isteniyoruz!

(Burada bir parantez açarak distopyayı anlatmaya çalışayım:

Distopya, çoğunlukla ütopik bir toplum anlayışının ‘anti-tezi’ olarak tanımlanır.

Bu kavram, otoriter-totaliter bir devlet modeli veya benzer bir baskıcı sistem altında karakterize edilen, ‘karanlık bir geleceği’ ifade eder.

John Stuart Mill tarafından ilk kez kullanılan bu terim, Yunanca kökenli bir ön-takı olan ‘dys’ (kötü, hastalıklı veya anormal anlamı taşır) ile ‘ou’ takısının (yok veya değil anlamı taşır) birleşiminden oluşur.

Aslında,  ‘ütopya’ kelimesiyle zıt değildir.

Ütopya, ‘güzel yer’ anlamına gelen ‘eutopia'ya bir gönderme yapar. Distopya, edebiyatta ve bilim kurguda sıkça kullanılır ve genellikle toplumdaki politik, ekonomik, teknolojik ve dini problemlere dikkat çekmek için kullanılır.

George Orwell'ın ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ ve Aldous Huxley'in ‘Cesur Yeni Dünya’ adlı romanları bu türün örneklerindendir.

Aynur kızacak, yine biraz uzun anlattım, ama anlaşılmıştır sanıyorum. Ama Berrak Öztekin mutlaka ‘Yaşa, Yaşar Amca!’ diyordur.)

 

*- YOK, YOK, YOK!

 

Şimdi videoyu izlemeye devam edelim:

‘Bu distopyada insan yok!

Çocuklarımız yok!

Sevdiklerimiz yok!

Sevenlerimiz yok!

Bu evrende makine işlevi gören insanlarla, insan işlevi gören makinalar var.

Burda insan hayatın öznesi değil, nesnesi!

Bu evrende insana iş düşmüyor, ‘Tüketmek ve Tükenmek’ düşüyor.

Mümkünse çabucak!

Bu dünyada insana hakkının nasıl ödeneceğini düşünen yok!

İnsana sadece ödeme yaparken gerek var.

O yüzden de, çeşit çeşit ödemi yöntemleri var;

Tercihen bol sıfırlı, mümkünse temassız!

Bu kurguda insanın itibarı yok! Puanları var…

Tasavvuru yok! Limitleri var…

Çocuklarımızı daha kundakta iken telefon, tablet bağımlısı yapan, hepimizi birer veri olarak işleyen bir sistemin esiriyiz.

Tercihlerimizin bile belirlendiği, çoktan seçmeli bir dayatmanın neferleriyiz!

Bizi azalttıkça azaltmak, ruhumuzu yok edip, benliğimizi teslim almak istiyorlar!

Şehirlerin ruhunu çalan, her yeri, her şeyi ve herkesi birbirine benzeten, inanı robotlaştıran, hayatımızın her alanını dizayn eden, bizi makinelere hapseden,  mahallelerimizi alıp yerine sonsuz katlı bloklarla, kendi etrafımızda dönebileceğimiz kadar metre kareleri bize reva gören, ama gökyüzünü bile göstermeyen, ırmaklarımıza denizlerimize çöküp suya satan,  oksijenimizi çalıp havayı satan, iklimlere savaş açıp toprağımıza göz diken Şeytani bir aklın gölgesinde yaşamak mı, şehrimizi, mahallemizi, sokağımızı bizi biz yapan değerlerimizi geri almak mı, makinelere teslim olmak mı?

Uçsuz bucaksız ormanlarda doğanın sesini dinlemek mi, yoksa bir gökdelen katında bizi dinleyecek kimse bulamamak mı?

İnsanların sesini dinlemek mi, yoksa bir kulaklıkla bize anlatılanları dinleyip ömür tüketmek mi?

O yüzden ‘şehir’ deyip geçme!

Şehir hayattır, hayat deyip geçme!’

 

*- HEPSİ GÜZEL

 

Şunları ilave etmek istiyorum:

Anlatım, video efekti çok güzel…

Yapanları, yazanı, okuyanı ve hazırlayanları kutlamak gerekiyor.

Teşhis de harika…

Seyredenleri düşündürüyor…

Ama hepsi bu kadar..

Bir gün değil, bir saat sonra her şeyi unutup, günümüzü gün etmeye dönüyoruz…

İşte günümüzden bir haber!

 

*- GÜNDEM YİNE URLA!

 

Urla’da Özelleştirme İdaresi’nden önce imar sonra satış:

Doğa harikası denize sıfır kamu arazileri elden çıkarılıyor.

Haberi Kerem Yeğinboy yapmış…

Aile boyu medya mensubu..,

Resmi Gazete’de yayınlanan Özelleştirme İdaresi kararlarına göre Urla’nın Kalabak Mahallesi’nde (Zeytinalanı) bulunan toplam 24 bin metrekarelik kamu arazisi satılacak.

İki arazisi için 22 Mayıs 2024 tarihine kadar teklif verilebilecek. ‘

 

*-  ‘SATILSIN DİYE!’ İMAR…

 

Urla Kalabak Mahallesi 4706 Ada 3 parseldeki 20 bin 310,16 metrekare kamu arazinin imarı önce Özelleştirme İdaresi’nce değiştirildi.

Söz konusu parselin imarı değiştirilerek ticaret, turizm ve konut alanı yapımının önü açıldı.

Bu değişiklikten sonra denize kıyısındaki kamu arazisi Özelleştirme İdaresince satışa çıkarıldı.

15 milyon lira geçici teminatın alındığı arazi satışından 500 milyon liranın üzerinde gelir bekleniyor.

 

*- YİNE AYNI YERDE

 

Özelleştirme İdaresi’nin Urla’da satışa çıkardığı bir başka kamu arazisi de yine Kalabak Mahallesi 4539 ada 1 parseldeki 3969.91 metrekarelik alanda bulunuyor.

Kentsel yerleşik alandaki bu kamu arazisinin yüzde 25’nin İzmir Büyükşehir Belediyesine ait olduğu Özelleştirme İdaresi’nin yüzde 75’lik bölümü satacağı bilgisi verildi.

 

*- ZAMAN DEĞİŞMEDEN ÖNCE

 

1963 yılının bir sonbahar günü̈…

Varan Turizm'in o zaman Ankara'da bulunan Küçük Tiyatro’nun hemen bitişiğindeki terminalinden İstanbul otobüsü̈ hareket etmek üzere. Terminalde bir hareketlilik var.

14-15 Yaşlarında, çocuğunun elinden tutmuş bir baba, otobüse yaklaşarak kaptan şoföre:

‘Oğlum Galatasaray Lisesi’ne gidiyor, yatılı okuyacak. Onu yalnız gönderiyorum, İstanbul’da güvenilir bir taksiye bindirip okuluna yollar mısın?” deyip ekliyor:

‘Valizini de unutmasın!’

Kaptanın cevabı;

‘Elbette siz hiç̧ merak etmeyin!’ oluyor.

Endişeli baba, nemli gözlerle, hareket eden otobüsün arkasından el sallıyor.

 

*- SONRASI…

 

İki gün sonra baba, telaşlı bakışlar ve heyecanlı adımlarla terminale geliyor.

‘Oğlumu Taksim'den Galatasaray Lisesi'ne götüren sahsın kim olduğunu öğrenmek istiyorum!’ diyor.

İstanbul terminalinizi arayıp soruyoruz; fakat ilginçtir ki arkadaşlarınız bize bu sahsın kim olduğunu söylemek istemiyorlar.’

‘Babanın telefon numarasını alıp ona sonucu bildireceğimizi söylediğimizde’ ise daha fazla dayanamayan baba gözyaşları içinde anlatmaya başlıyor.

 

*- ‘OH’ ÇEKTİLER

 

‘Yahu kardeşim, o kişi kimse, oğlumla beraber idareye gitmiş̧.

Kayıt işlemlerini tek tek tamamlatmış̧.

Bavulunu taşımış, teslim edilen eşyaları almış̧.

Sonra yatakhanede onun çarşafını sermiş̧, nevresimini takmış, dolabını yerleştirmiş.’

Baba hıçkırarak anlatmaya devam ediyor

‘Ben ya da annesi gitseydik, biz de aynısını yapardık.’

“Derin bir ‘oh’ çekiyoruz.

Oysaki hiç̧ de alışık olmadığımız bir şikâyet dinleyeceğiz korkusunu yasıyorduk…

Bu kez daha ısrarlı bir biçimde çocuğu okula götüren şahsın kim olduğunu öğrenmeye çalışıyoruz. Epey uğraştan sonra da hayretle öğreniyoruz kim olduğunu:

 

Çocuğu Galatasaray Lisesi'ne götüren şahıs Nevzat Hüseyin Pekuysal… Şirketin sahibi.”

 

*- EN DEĞERLİ

 

Yıllar sonra kendisine, ‘Nevzat Bey, bu olayı anımsıyor musunuz?’ diye sorduğumuzda, gözleri doluyor ve insanın içine işleyen bakışlarını üzerimizde gezdiriyor.

‘O baba bana dünyadaki en değerli şeyini, oğlunu emanet etmiş̧.

Ben bu emaneti başkasına nasıl emanet edebilirdim ki?’ diyor.

 

 

 

  Bu yazı 92 defa okunmuştur.
  YORUMLAR YORUM YAP | 0 Yorum
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  YAZARIN DİĞER YAZILARI
  • BUGÜN ÇOK OKUNANLAR
  • BU HAFTA ÇOK OKUNANLAR
  • BU AY ÇOK OKUNANLAR
YUKARI